Anne Babalar Buraya

HAVADA DENİZ - BİLGE KRAL'IN YURDU BOSNA

Uzun zamandır babamla tarihteki önemli olaylar üzerine konuşuyoruz.

Büyük insanlar, savaşlar, önemli şehirler...

Bazen bunlarla ilgili kitaplar okuyoruz bazen hep birlikte filmler izliyoruz. Sonra öğrendiklerimi Derya'ya ve arkadaşlarıma uzun uzun anlatıyorum. (İtiraf etmeliyim ki Derya benim kadar heyecanlanmıyor.)
Neyse, tarihte kahramanlıklar yapan o kadar çok insan var ki! Hayatları ve yaptıkları beni çok şaşırtıyor...

İşte Aliya İzetbegoviç de bunlardan biri. Evet tahmin ettiğiniz gibi bu kez babam bana Bilge Kral'ı anlattı (Aliya İzetbegoviç'e böyle diyorlar) ve ben hayranlıkla dinledim. Sonra çok güzel bir şey oldu ve babam,

"Bu hafta hep birlikte Bosna'ya gidiyoruz!" dedi.

O kadar heyecanlandım ki gideceğimiz gün gelene kadar Bosna ile ilgili araştırmalar yapmaya başladım.

Bosna İstanbul'a çok yakın. Son gittiğimiz yerleri düşününce, uçakta o kadar da çok vakit geçirmeyecek olmamız beni biraz rahatlattı. Bazen uzun yolculuklar sıkıcı olabiliyor açıkçası, özellikle gitmek istediğiniz yer için bu kadar heyecanlıysanız... Uçak toplam 2 saat falan sürdü. Yol boyunca yanıma aldığım kitapları okumaya devam ettim. Derya uçaktaki ekranlardan oyunlar oynadı. O kadar çok oyun oynadı ki uçak inişe geçtiğinde parmaklarına egzersiz yaptırıyordu.😳

Neyse, uçaktan indik ve bizi birileri karşıladı. Annemin eskiden beri tanıdığı Boşnak arkadaşları varmış. (Bosnalılara Boşnak deniyor ve Boşnakça konuşuyorlar). Samira abla otelimize gidene kadar bize Saraybosna'dan bahsetti. Bosna-Hersek'in başkenti Saraybosna. Biz Saraybosna'yı gezdikten sonra Mostar'a da gidecektik. Orası da Bosna-Hersek'in en büyük şehriymiş ve çok güzelmiş, Samira abla öyle dedi.

Otelimiz Saraybosna'nın merkezinde sevimli bir yerdi. Derya ile yataklarımızı paylaştıktan sonra hemen odadan fırladık. İlk olarak Başçarşı'ya gidecektik. Burası Osmanlı zamanından beri kullanılıyormuş. Meydandaki çeşmeyi hemen hatırladım. Çünkü gördüğüm bütün fotoğraflarda burası vardı.
Bu Sebil Çeşmesi de Başçarşı'nın orta yerinde ve eski bir Osmanlı Paşa'sı tarafından yaptırılmış. Öğrendik ki buranın suyundan içen buraya hep gelirmiş. Derya ile birbirimize baktık. Gittiğimiz her şehrin suyundan içiyoruz demek ki hayatımız boyunca dünyayı dönüp dolaşacağız.

Bu efsane çok hoşuma gitti!


Yolculuk beni çok acıktırmıştı artık anlatılanlar kulaklarımda dağılıp gidiyordu. Annem bir ara "Neyin var senin Deniz?" dedi. Acıktığımı söyleyince hepsi gülmeye başladı. Aman ne komik! Neyse ki şehrin merkezindeydik ve bir şeyler yemek için uzaaaak yerlere gitmemize gerek yoktu. En ünlü dükkanlardan birine götürdü Haris abi bizi. Buranın böreği çok ünlüymüş. Adına burek, yapan yerlere de Burekdžinica diyorlar.
(Burekdžinica börek yapan yer demekmiş). Kıymalı, patatesli, peynirli ve ıspanaklı börekler vardı. Her birimiz başka bir tanesini sipariş ettik ve birbirimizin böreklerinden tattık. Yanında da ayran, "ohhh be!" benden keyiflisi yoktu. Ayrıca Boşnakların mantısı da çok meşhurmuş. Adına klepe deniyor. Akşam da onu yemeye karar verdik. Ya da cevapi dedikleri köftelerden yiyebilirdik. "En iyisi hepimiz başka bir şey sipariş edelim ve hepsini denemiş olalım" dedim. "Aferin Deniz çok mantıklı!" dedi babam.

Yine her zamanki gibi kahraman olmuştum işte.😎

Başçarşı'da gezerken Gazi Hüsrev Bey Camii'ne girdik. Bu camiyi Mimar Sinan'ın yaptırdığını duyunca çok şaşırdım. Annem "Burası eskiden Osmanlı toprağıydı. Mimar Sinan'ın hatta başka Osmanlı mimarlarının eserlerini buralarda da görebilirsin" dedi. Camiden çıktıktan sonra Moriça Han'a girdik. Burası da çoook eskiden yapılmış. İçinde kilimler, hediyelik eşyalar ve kafeler var. Biz de birine oturup bir şeyler içip dinlendik. Annemler geldiğimizden beri Boşnak kahvesi içiyor ama biz içemiyoruz tabii. 😏

Başçarşı'dan çıkıp biraz da şehirde turlamaya karar verdik. Babam hep "Bir şehri tanımanın en iyi yolu yürümek" der. Biz de her seferinde bunu uygulayıp şehri ayaklarımız patlayana kadar yürürüz. İlk mızmızlananımız da genelde Derya olur. (Tamam benim de isyan ettiğim yerler oluyor). Ama burada ikimiz de yürümek için hevesliydik. Milyaçka Nehri üzerindeki Latin Köprüsü'ne doğru yürüdük. Burası şehri ikiye bölüyormuş. Ve 1. Dünya Savaşı'nın çıkmasına sebep olan Avusturya Macaristan Prensi'nin öldürüldüğü yer tam olarak burası. Prens öldürülmüş ve savaş başlamış. Ne kötü değil mi? Keşke hiç başlamasaydı.

Keşke savaşlar hiiiiç olmasaydı...

Nehrin hemen yanında Ulusal Kütüphane vardı. Samira abla "İşte burası Saraybosna'nın tekrar dirilişini temsil ediyor" dedi. "Nasıl yaniii?" dedi Derya.

"Savaştan çok zarar gördük ama hepsi geride kaldı. Bu bina da çok hasar görmüştü ama hepsini onarıldı ve yeniden açıldı. Tıpkı bizim gibi…"

Hepimiz duygulandık. Onların ne yaşadığını tam olarak bilmesek de bu söylediğiyle sanki hepsini hissetmiştik...

Buraya kadar gelmişken tabii ki hep hikayelerini dinlediğimiz Aliya İzetbegoviç'in de kabrinin olduğu şehitliği ziyaret ettik. Her yer bembeyazdı. Ortalarında Aliya'nın mezarı onların komutanı gibi duruyordu. Öğrendiklerimden de onun böyle biri olduğunu biliyordum. Burası beni çok etkiledi.

Dönüş yolunda hava kararmıştı. Milyaçka Nehri'nin etrafı ışıl ışıldı. Başçarşı'ya doğru yürüdük. Cevapi yemek için bir restorana oturduk. Köftelerin yanında pide ve soğan getirdiler. Tadını o kadar çok sevdim ki dayanamayıp Derya'nın köftelerinden de bir tane yürüttüm. 😎

(Zaten hiçbir zaman hepsini bitiremiyor diye yaptım bunu. Beni yanlış tanımanızı istemem.😉)

Ertesi gün Mostar'a doğru yola çıkacaktık. Otele dönmeden önce Derya'yla, Başçarşı'nın ortasındaki çeşmeye koşarak gittik. Çeşmeden kana kana su içtik. Sanırım bunun nedenini anlamışsınızdır. 😎

Güle güle Sarajevo yine görüşeceğiz!

Ve vedamız...
Samira ablanın telefonunda çalan şarkıdaki gibi oldu:

"Sarajevo grade moj..."

🖊 Nilüfer Taktak

🎨 Feyza Eryüksel Koyunoğlu